adalet

Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir
Müspet adalet her şeyin yerli yerine konulması ve her hak sahibine hakkının verilmesi anlamındadır. Mesela, kuzunun bedenine aslan ruhu, aslanın bedenine de kuzu ruhu yerleştirmek adalete uygun olmaz.

Kulağın yüzdeki orantısı faraza iki metre olsa, adalet ve ölçüye sığmaz. Yüzün aritmetik alanında her azanın boyutları ince bir ölçü içinde düzenleniyor, faraza yüzdeki burun bütün yüzü kaplayacak derecede büyük olsa diğer azaların hakkına tecavüz etmiş olur ki bu da bir adaletsizlik tezahürüdür.

Dünya yüzünde unsur ve elementler adil bir şekilde dizayn edilmiştir, şayet demir bütün dünya yüzünü kaplasa idi hem hayat olmaz hem de diğer unsur ve elementlerin varlığına haksızlık edilmiş olurdu. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Bu açıdan bakıldığında, kainatın umumunda mükemmel bir ölçü ve adaletin gözetildiği anlaşılır. Yani kainattaki bütün ahenk ve ölçüler, intizam ve kaideler hepsi adaletin bu şıkkının tezahürüdür. Her şey mutlak adalet ve ölçü içinde yaratılmıştır.

Adaletin diğer şıkkı olan menfi adalet ise, suçluyu cezalandırmak masumun hakkını vermektir ki bu adalet dünyada kamil manada tecelli etmiyor. Zira adaletin bu kısmı mahşere bırakılıyor. Mahşerde her hak sahibi hakkını alacağı gibi, her zalim de cezasını tam manası ile çekecek. Allah bu şık adaleti tehir eder, ama asla ihmal etmez.

Hepsinin gerçek sahibi ALLAH’tır.

Ene, farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani; hakikatte olmadığı halde, var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur. Mesela; insanın ailesine benim ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azalarına benim vücudum ve benim azalarım demesi, buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki benim ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından, ne aile, ne ev, ne vücut, ve ne de  azalar insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi ALLAH’tır. ALLAH, insana bu sahiplenme duygusunu mutlak olan isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani; insan der, şu ev benim o zaman şu kainat evi de ALLAH’ındır, diye kıyas yaparak, ALLAH’ın sonsuz malikiyetlik sıfatını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı için, ALLAH’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
İşte alemin sırrı ve ALLAH’ın gizli hazineleri, ALLAH’ın mutlak olan isim ve sıfatlarından ibarettir. Bu sırların ve mutlak sıfatların idrak edilip anlaşılması da, ene denilen vehmi ve farazi sahiplenme duygusuna bağlanmıştır. Alemin ve gizli hazineler olan ALLAH’ın, isim ve sıfatlarının keşfedilip çözülmesi, benlik duygusu olan enenin elindedir.

55 lisan

Görsel

zerrelerin vahdaniyete elli beş lisanla şehâdet nedir?”
Alem büyük bir kitaptır. Bu büyük kitabın her birimi, bütün yazılarıyla, fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle, ALLAH’ın varlığına ve birliğine şehâdet etmektedir.
Kâinât da büyük bir insan hükmündedir. Bu büyük insan bütün âzâsıyla, cevherleriyle, hücreleriyle, zerreleriyle, vasıflarıyla, sıfatlarıyla, halleriyle ALLAH’ın varlığına ve birliğine delâlet etmektedir.
Yani bu kâinât bütün nev’ileriyle “ALLAH’tan başka ilah yoktur” dediği gibi; bütün cinsleriyle, “O’ndan başka Yaratıcı yoktur.” demekte; bütün birimleriyle, “O’ndan başka Yapıcı yoktur.” diye bağırmakta; bütün küçük bireyleriyle “O’ndan başka Tedbîr Edici yoktur.” diye kulakları çınlatmakta; bütün küçük bireylerin parçalarıyla “O’ndan başka Terbiye Edici yoktur.” diye bildirmekte; bütün küçük parçaların hücreleriyle “O’ndan başka Tasarruf Edici yoktur.” diye seslenmekte; bütün hücrelerin atomlarıyla “O’ndan başka Yaratıcı yoktur.” diye ilân etmekte; bütün atomların tarlası hükmünde olan hadsiz esîr deniziyle “ALLAH’tan başka ilâh yoktur” diye kâinâtı çınlatmaktadır.
bu kâinâtın her bir nev’înden ALLAH’ın varlığına ve birliğine işâret hükmünde elli beş “lisan”, yani “sıfat” keşfeder. Varlıkların sahip oldukları sıfatlar dikkatle incelendiğinde her bir sıfatın farklı bir dil hükmünde gâyet net bir üslûp ile bize ALLAH’ın varlığını ve birliğini bildirdiği gâyet açık bir şekilde anlaşılır.
Bizi ALLAH’ın varlığına ve birliğine götüren diller şunlardır:
1- Kâinâtta görünen baş döndürücü düzenlemeler.
2- Canlı cansız her şeyin mükemmel bir düzen içinde disipline ediliyor olması.
3- Sayısız varlıkların sonsuz denge ve âhenk içinde halden hale dönüşmeleri.
4- Her şeyde kendini gösteren göz kamaştırıcı intizam.
5- Varlıkların birbiri peşi sıra âhenkli biçimde varlık sahasına çıkmaları..
6- Gökyüzü sayfasının güneş ve yıldızlarla yazılması.
7- Bal arısı ve karınca gibi bütün küçük sayfaların hücrelerle ve zerrelerle yazılması.
8- Makro-plânda güneş ve yıldızlarla, mikro-plânda hücreler ve zerrelerin âhenkte, harekette ve düzende birbirine benzemesi.
9- Bulut ve yeryüzü gibi cansız ve birbirine muhâlif şeylerde bile gözüken bir birinin ihtiyacına cevap verme, birbirinin yardımına koşma sıfatları.
10- Güneşten çok uzak olsalar da bütün gezegenlerin güneşe veya birbirlerine dayanmaları. 11- Yıldızlar gibi muhteşem eserlerin teşkilâtta birbirine benzemeleri.
12- Yeryüzünün birbirine benzeyen çiçekleri ve canlılarındaki münâsebet ve uyum.
13- Her bir varlığın Bârî isminin tecellîsiyle vücûda gelmesi.
14- Her bir varlığın Musavvir isminin tecellîsiyle şeklinin fevkalâde güzel olması.
15- Her bir varlığın Rezzâk isminin tecellîsiyle eksiksiz gıdâlanması.
16- Her bir varlığın Şâfî isminin tecellîsiyle hastalıklardan şifâ bulması.
17- Güneş sistemi gibi büyük sistemlerle, bal arısının gözleri gibi küçük sistemler arasındaki hârika irtibat ve uyum.
18- Zerreler arasındaki câzibenin, güneş ve yıldızlar arasındaki câzibeye kardeş olması.
19- Birleşik varlıklarda her parçanın lâyık mevkîine konulmasında görülen eksiksiz âhenk.
20- Her ferdin, kendisini diğer bütün fertlerden ayıran özel kişiliği.
21- Her ferde, sırf kendisi için husûsî karakter tayin edilmesi.
22- Kâinâttaki bütün atomların bir elden çıktığını gösteren dayanışma ve dengesi.
23- Görünen sebeplerin pek basit, gayet sınırlı, fakir, cansız, şuursuz ve irâdesiz olmasına rağmen, peşine takılan meyvelerde görülen harika nakışlar, güzel ziynetler ve eşsiz san’atlar.
24- Kâinatta her şey harikulâde güzel. Dağınık, beceriksiz ve bilinçsiz sebeplere verilmeyecek kadar eksiksiz düzenlenen sebeplere bağlı sonuçlar, her şeyde ALLAH’ın eşsiz tasarruf sahibi olduğunun en açık delilidir, dilidir.
25- Kâinâtın her sayfasında pek büyük bir îtina ve dikkat ile yazılan nakışlar, ALLAH’ın birliğini gösteren tartışma götürmez binlerce dildir.
26- Dilediğini yapma gücüne sahip insan elinin, kendi fiillerinde ancak yüzde bir faaliyet sahibi olması, ALLAH’ın insan üzerinde de etkin tasarruf sahibi olduğunu bildiren en açık bir dildir.
27- Sebepler içinden en geniş tercih gücüne sahip olan insanın, en âdî fiillerinde bile yüzde doksan dokuz tasarrufun kendisinden başkasına (Yaratıcısına) ait olması.
28- Bütün kâinâtın, ALLAH’ın bütün isimlerine ayna teşkil etmesi ve şehâdet etmesi.
29- Bütün kâinâtı topyekun ve her şeyi ayrı ayrı saran umûmî ve husûsî hikmetler.
30- Her şeyi umûmî ve husûsî hikmetlerine sevk eden yüksek kast.
31- Her şeyi umûmî ve husûsî hikmetleriyle tayin eden yüksek şuur.
32- Her şeyi sevk edildiği umûmî ve husûsî hikmetlerde muvaffak kılan yüksek irâde.
33- Her şey için sayısız benzer ihtimaller arasından tek bir tarzın seçilmiş olması.
34- Kâinâtın her zerresini, canlıların her ferdini kucaklayan tam ve umûmî inâyet.
35- Her inâyet gülümsemesini benzersiz lütufla sunma.
36- Her inâyet kucaklamasını eşsiz güzellikle süsleme ve şefkate dönüştürme.
37- Bütün kâinâtı kuşatan merhamet.
38- Geniş merhamet tecellîsi içinde her canlıyı çepeçevre saran husûsî rahmet.
39- Geniş merhameti ve husûsî rahmeti eşsiz nimetlerle sevilen ve aranan hale getirme.
40- Bütün hayat sahiplerini doyuran umûmî rızk.
41- Bütün kâinâtı canlı ve diri tutan umûmî hayat.
42- ALLAH’ın eşsiz iyiliğinin aynası hükmünde, kâinât yüzündeki geçici iyilikler.
43- ALLAH’ın benzersiz ve huzur veren güzelliğinin aynası hükmünde, kâinât yüzündeki hüzün verici güzellikler.
44- Hakîkî bir Sevgiliye ve Mahbûb’a işâret eden temiz ve sâdık aşklar.
45- Bütün sırları ve tabiat kanunlarını harekete geçiren yüksek kuvvetler ve cezbeler.
46- Bütün kuvvetlerin kâinâtta her şeyi etkisi ve cezbesi altına alması.
47- Zerrelerden kürelere her şeyde hükmünü gösteren yüksek bir tasarruf.
48- Bütün canlıların birbirinin ardı sıra hayata gelmeleri. Hayattakilerin birbiri ardı sıra hayattan gitmeleri.
49- Bütün canlıların her an halden hale uğramaları, değişmeleri, olgunlaşmaları.
50- Canlı cansız bütün varlıkları kasıp kavuran sürekli değişmeler ve başkalaşmalar.
51- uZerrelerden kürelere her şeyi istilâ eden hudûs, yani “sonradan var olma” gerçeği.
52- Bütün cüzleri ve nev’ileri ile milyarlarca şekil ve vaziyette bulunabilme imkân ve ihtimalini sürekli taşıyan kâinât için şu hazır şeklin seçilip korunması.
53- Fakr u ihtiyaç içindeki varlıkların bütün ihtiyaçlarının münasip vakitlerde hesapsız biçimde görülmesi.
54- Bütün varlıkları halden hale çeviren imkân gerçeği.
55- Hiçbir şeyin, kendisi için tayin edilen kemâl noktaya gelmedikçe hareketten durmaması; her şeyin hiç yolunu şaşırmadan daima kemal noktaya doğru hareket etmesi ALLAH’ın her şey üzerindeki etkin nüfuzunu, tasarrufunu, faaliyeti, Yaratıcılığını gösteren ve Kendi varlığını ve birliğini bildiren dillerdendir.

ama fark var

İnsanlar da hayvanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. Aralarında benzerliklerin yanında çok farklılıkları da vardır.
ALLAH’(C.C)ın insana verdiği akıl ve fikir gibi iki önemli özellik ve onları kullanma şekline göre de hayvandan üstün olabilir veya daha aşağılara düşebilir. Hayvanların da her birinin cinsine göre farklı zekâları vardır ama akılları yoktur, ilhamla hareket ederler. Hayvanların ne geçmiş korkuları ne gelecek endişeleri vardır.
Yer içer ve günlük yaşarlar. Ama insanlar öyle değildir. Geçmiş zamanın elemlerinden veya istikbal endişesinden ızdırap duyarlar.
Eğer iman nuru içlerinde yoksa her şeyden korkarlar, her şeye üzülürler. Hayattan zevk alamazlar. Bu yönüyle hayvandan daha aşağıdırlar. Ama olaylara iman nuruyla bakabilirlerse, akıl onlar için azap aleti olmaktan çıkar, dünyadan hakiki lezzet alırlar. Öyleyse dünyanın gerçek lezzetini isteyenler yaratılış gayelerini iyi bilmeliler ve öylece yaşamalıdırlar.

ALLAHın imzası

İnsanlar arasında maddenin kıymeti ile sanatın kıymet ayrı ayrıdır. Mesela bir resim kağıdı düşünelim.
Bu kağıt ücret olarak yüz kuruş eder. Ancak aynı kağıdın üzerine  RESULULLAH (sav) bir besmele yazsa, artık bu kağıda değer biçilmez. Fakat, verilen değer, kağıda değildir,  kağıdın üzerindeki sanatadır.
 Sanat, maddeden daha kıymetlidir. İnsan maddi olarak; et, kemik ve kandan ibarettir. Bu açıdan baktığımızda, insan en kıymetsiz varlık olur. Zira eti yenmez, derisi işe yaramaz; bir koyun kadar kıymet alamaz.
 
Ama üstündeki nakışlar, sanatlar  itibarıyla bakılsa, değeri birden bire artar ve bütün mahlukatı geride bırakır. Adeta ALLAH’ın yazmış olduğu bir imza gibi olur. Halife-i arz ünvanı alarak bütün mahlukatın efendisi konumuna geçer. Kainatın kendisine hizmet ettiği bir aziz misafir-i Rabbani olur.

çekirdek

İnsanın mahiyetine takılan duygu ve cihazların kahir ekseriyeti, ahiret ve beka yurdu olan cennet için verilmiştir. Dünya ise bu duygu ve cihazların ahiret lehine geliştirilmesi için geçici bir mektep, geçici bir tarla hükmündedir. Bu duygu ve cihazların ağzı ve midesi  o kadar geniştir ki dünya bu ağız ve midede çok küçük bir kırıntı gibidir, onunla tatmin olmaz. Bu duygu ve cihazları doyurup tatmin edecek tek yer ahiret ve cennettir.

Öyle ise bu duygu ve cihazları dünyanın adi ve basit şeylerinde heba etmek yerine, yüzlerini ahirete çevirip orası için geliştirmek gerekiyor. Bu cihaz ve duyguları nefis ve dünya hesabına çalıştırıp işletir isek meccanen ve hebaen helak olup giderler. Hem de  günah ve sorumluluklarını ruhun üzerine yükleyip,
ahiret aleminde ruh ve bedeni müthiş bir azaba duçar eder.
Bir çekirdeği kimyasına uymayan bir toprağa atsak, nasıl o çekirdek gelişip büyümez tam aksine çürüyüp heba olur ise aynı şekilde insanın mahiyeti de ahirete programlanmış bir çekirdek gibidir; dünya toprağında gelişip büyümez, ancak iman ve ibadet  toprağında gelişip büyüyebilir. Koca mideli ve ağızlı bu duyguları dünya çerezinde doyurmak kabil değildir; ayrıca mesuliyetli bir ıstıraptır.

herşeyden bihaber

Günümüzün en lüks seyahat vasıtası olan uçakta bile insan, tam sessiz bir yolculuk yapamıyor. Motorun gürültüsü az da olsa insanı rahatsız edebiliyor.
Dünyamız ise hem kendi, hem de güneş etrafında süratle döndüğü halde, bu hareketin hiç farkında olmuyoruz. ALLAH Kelamında, dünyanın insan için bir beşik olduğu haber veriliyor. Sanki bu beşikte istirahat eden nazlı yavrunun rahatsız olmaması için beşik çok dikkatle ve sessizce hareket ettiriliyor. Nefesimizle kanımız temizlenirken de hiçbir şey duymuyoruz. Bu temizlik de nazlı misafire uygun olarak yapılıyor. Hücrelerimizin değişmesinden de hiç haberimiz olmuyor. Halbuki, bir bina yıkılıp yerine yenisi inşa edildiğinde ne kadar zorluklar ve çevre için ne kadar sıkıntılar ortaya çıktığını yakinen biliyoruz.

Bu kadar nazlı bir hayat süren insanın, bütün bu nimetlere karşı RABBine iman ve itaat etmesi, sebeplere gönül bağlamaması, onlara yalvarırcasına zillet göstermemesi gerekir.

İlim takdir eder, kudret ise vakti gelince icat eder

Kudret, günah işlenmeden devreye girip insanı cezalandırmıyor. Kudret, kaderi, dolayısı ile ezeli ilmi takip eden bir faildir. İlim takdir eder, kudret ise vakti gelince icat eder. Hal böyle olunca, kudret ile ilim arasında takdir ile amele koyma ilişkisi hükmediyor. Kader, bir kimsenin günahını ve bunun cezasını takdir ediyor, kudret sıfatı da bunu eyleme geçiriyor.
Aynı olay üstünde beşer zulmederken, kader adalet edebilir.
Mesela, bir adam geçmişte bir cinayet işler ve bunu saklar, ceza almaktan da kurtulur. İnsanlar onun katil olduğunu bilmez. Bir zaman sonra bu adam hiç karışmadığı ve tamamen suçsuz olduğu bir olay yüzünden hapse atılır. Halbuki adamın bu olay ile hiçbir ilgi ve irtibatı yoktur.
İşte kader bu adamın geçmişte işlediği cinayetine ceza olarak,
 bu olayda onu mahkum eder, bu adalet olur. Aynı  olayda ona iftira atıp hapse girmesini temin edenler ise, ona zulmetmiş ve iftira etmiş olurlar. Yani kader onu eski ve gizli kusurundan dolayı mahkum ederken, insanlar ise haksız ve iftira ile onu içeri atıyorlar. Öyle ise bu adamın hapse düşmesinde kader adil iken, beşer ise zalimdir. Hayatımızda başımıza gelen musibet ve sıkıntılara bu nazarla bakabiliriz.

İnsan, başına bir bela, bir sıkıntı,  bir hastalık geldiği zaman, isyan etmek yerine, kusuru kendinden bilip tövbe ve istiğfar etmeli. Acaba nerede bir hata işledim de bu başıma geldi, diye kendi nefsini muhasebe ve murakabe etmelidir. Olayların zahiri nedenleri üzerinde fazla durmayıp, kader cihetini düşünmeliyiz. O zaman isyan yerine sabretme kuvvetini kendimizde bulabiliriz. Dikkatini zahiri nedenlere hapsedenler, ilengeç ve isyankar olmaya mahkumdurlar.

sebebin sebebi var

ALLAH’ın kainatta sebepler vasıtası ile iş görmesi, sebepler ile yaratmanın daha kolay ve daha mükemmel olmasından dolayı değildir. Yani ALLAH, sebepler kolaylık sağlasın, icraatına bir hafiflik versin diye sebepleri takdir etmiş değildir. ALLAH’ın kudreti sonsuz olduğu için, bütün kainatı yaratmakla bir atomu yaratmak arasında fark yoktur. O bir şeye “ol” dedi mi o şey anında oluverir.
Bir şeyin sebepler eli ile yaratılması ile sebepsiz, anında “ol” emri ile yaratılması arasında kolaylık ve hafiflik bakımından hiçbir fark yoktur.
Sebeplere tapacak derecede bağımlı olan insanlar, ALLAH’ın sebepleri takdir etmesini, -haşa- sebeplere muhtaç olduğu için takdir ediyor, fikrine sapıyorlar. Halbuki ALLAH tarafından sebeplerin araya vesile olarak takdir edilmesi, tamamen insanlara ALLAH’ın isim ve sıfatlarını daha güzel tarif ve talim etmesi içindir. Zira bir şeyin süreçten yoksun olarak aniden vücut bulmasında, ALLAH’ın isim ve sıfatları iyi anlaşılmaz.
Mesela bir çiçeğin bir süreç içinde vücut bulmasında çok isimler araya girip kendini teşhir ve ilan ediyor. Şayet çiçek ani ve sebepsiz birden yaratılsa idi o isim ve sıfatlar devreye girip kendinin teşhir ve ilan edemezlerdi. Bu sebeple, sebepler araya girip ALLAH’ın isimlerinin teşhir ve ilan edilmesinde perde ve vasıta  oluyorlar.  Yoksa sebepler ALLAH’a bir fayda ve kolaylık temin etmek için devreye ve araya giriyor değildir. ALLAH istese idi, bütün kainatı sebepsiz bir an içinde yaratabilirdi, bu onun sonsuz kudretine çok basit ve kolaydır.

daimi bir güneş

Nehirin akıp gitmesine karşın nehir üzerinde parlayan ışık hüzmelerinin sabit kalması, daimi bir güneşi akla gösterir.
Aynı şekilde kainatta hükmeden zaman nehrinin sürekli olarak zeval ve icada mahal olması, daimi ve ezeli bir sanatkarı akla gösterir.
Zaman nehri içinde olan kainat sahifesine dikkat ile bakıldığında, her şey tebdil ve tağyir kanuna tabidir. Ama bu tebdil ve tağyir kanunu arkasında değişmeyen ve sabit olan bir Zat-ı Akdes olması lazımdır ki, o kanun sübut ile devam edebilsin. Yoksa Zat değişirse kanun da değişir, kainatta nizam ve istikrar kalmaz. Yani kainatta değişim ve dönüşüm  nasıl değişmeyen ve dönüşmeyen bir Zat’a işaret  ediyorsa, aynı şekilde değişmeyen kanunlar da ezeli ve ebedi olan bir Zat’a işaret eder.
Bu ölçüler ışığında meseleye bakacak olursak,  kainat nehrinde akıp giden güzelliklerin yerine yenilerinin gelmesi, baki ve fenadan münezzeh bir Cemal’e işaret eder ve onu bize ispat eder.

Diğer bir nokta, güzel ve estetik olan bir sanat güzel ve Cemil bir sanatkara işaret eder. Yani güzel güzel olandan gelir; çirkinden güzellik gelmez. Öyle ise kainatta dolaylı ya da dolaysız bütün güzellikler, ebedi bir güzelliğin tecellisi, O’na işaret eden bir levhadır.