bağ ve intisap

İman bir intisaptır.
Kul ile HALIK arasında bir bağdır. O bağ ve intisap derecesinde insanın kıymeti
ortaya çıkar. Nasıl ki antika bir eşya kaba demirciler çarşısına götürülse, beş kuruşluk bir fiyatla satılır.
Ama antikacılar çarşısına gidilse, bir milyon fiyatla değer bulur. İşte her bir insan CENAB-I HAKK’ın antika bir sanat eseridir.İnsanın ALLAH’a olan bağlılığı oranında kıymeti olur.
CENAB-I HAKK’a olan bağlılık da şeriat dairesinde ve Sünnet-i Seniyeye ittiba oranında olur. Ne derecede Sünnet-i Seniyeye, dolayısıyla şerii hükümlere riayet edilse, o derecede Zât-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâm hatıra gelir. O hatıra RESUL-i EKREM Aleyhisselâtü Vesselâma uymayı emreden CENAB-I HAKK’ı hatıra getirir. Bu da gafleti dağıtır. Sürekli ALLAH’ın huzurunda olduğunu bilmeyi netice verir. Her hareketinde, her işinde, her tavrında Sünnet-i Seniyeyi rehber eden, Esma-i İlahîyeyi kendi üstünde gösterir, okutturur.
Altıncı Sözde belirtildiği gibi, Malik-i Hakikî namına kullanıldığı zaman, “Her bir aza ve hasselerin kıymeti birden bine çıkar. Akıl, tılsımlı bir kâinat anahtarı olur. Dil, kütüphane-i İlâhinin mütefennin bir nazırı olur. Göz, hazine-i hassa-i rahmet nazırı olur.” Çünkü o zaman Esma-i İlahîyeyi okur ve okutturur.

Hazret-i âdem Aleyhisselâm bütün İlahî isimlere öz itibariyle mazhar olmuş. RESUL-i EKREM Aleyhisselâtü Vesselâm ise, bütün Esma-i İlahîyeye ve ism-i a’zama en a’zami dercede mazhar olmuş. Dolayısıyla, Zât-ı Ahmediye Aleyhisselâtü Vesselâma uymak derecesinde Esma-i İlahîyeyi kendi üstümüzde tecellisine mazhar oluruz. Peygamberimiz Aleyhisselâtü Vesselâma uymak demek, sadece nafile olan sünnetleri yapmak değildir. Çünkü sünnetin üç kısmı vardır. Birinci kısmı, farzlardır. İkinci kısmı, nafile ibadetlerdir. Üçüncü kısmı ise, beşer olarak yeme, içme, yatma vs. âdât-ı hasenesidir. Sünnet-i Seniyeye uymakla İlahî isimlere mazhar olan insan, CENAB-I HAKK’a olan bağlılığını göstermiş olur.

CENAB-I HAKK’a olan intisap da imanın derecesi oranında olur. İnsanın imanı ne derece kuvvetli olsa, o derecede Sünnet-i Seniyeye ittiba eder. İman da taklidî ve tahkikî olmak üzere iki çeşittir. Taklidî iman, zayıftır. Bazen bir şüpheye karşı bile mağlup olur. Tahkikî iman ise, kuvvetli imandır. Bu tahkikî imanın da mertebeleri vardır. ilmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyekîn olmak üzere üç mertebesi vardır. Tahkikî imanın birinci mertebesi olan ilmelyekîn mertebesinde olan bir mü’min, yüz binler şüphelere karşı dayanır. Aynelyekîn mertebesinde olan bir mü’mine, şüpheler ordusu hücum etse bir halt edemezler. Hakkalyekîn mertebesi ise, hiçbir şekilde o imanın selbedilemeyeceği mertebedir.

İşte bu tahkikî imanın mertebelerine çıkan milyonlar vardır. “Eğer perde-i gayb açılsa, yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (Radıyallahü Anh) ve sayıları yüz bini bulan sahabe, sahabelere tabi olan tabiin ve tabiine tabi olan milyonlar, milyonlar evliya ve yüz binler asfiya bu tahkikî iman mertebelerindedirler. Bu tahkiki imanın yansıması olarak Sünnet-i Seniyeye ittiba etmekle Esma-i İlahîyenin tecellisini göstermişlerdir. Hak ve hakikat namına en cesur, en kahraman, en adil, en izzetli onlar olmuş. Muhabbet namına en merhametli, en kerem ve ihsan sahibi, en faziletli insanlar onlar olmuş. Dürüstlük adına en mert, en sadık onlar olmuş. Hâsılı kelam en çok Sünnet-i Seniyeye onlar uyarak, en mükemmel sıfatlara haiz olmakla Esma-i İlahîyenin tecellisine mükemmel bir şekilde mazhar olmuşlar.

Demek insanın kıymeti CENAB-I HAKK’a bağlılığı oranında, o bağlılık da Zât-ı Âhmediye Aleyhisselâtü Vesselâma tabi olma derecesinde, o tabi olama da imanın kuvveti nisbetinde olur. İnsan, imanın kuvveti derecesinde Sünnet-i Seniyeye uyduğu oranda Esma-i İlahîyeyi kendi üstünde tecelli ettirir, okutturur.
“Cezallahu  anna seyyidena Muhammeden ma Huve ehlühü “
“ALLAHım  O’nu layık olduğu şekilde mükafatlandır.”
her  cuma gecesi bu salavat çekilecek inşALLAH
(perşembe  akşam namazından sonra)
en  az 100 tane

tevhid

Âmiyâne tevhide sahip olan kişi, kainatta ve herbir şey üstünde, ALLAH’ın isim ve sıfatlarının tecelliyatını görmeden, her bir sanat ve eser üstünde, ALLAH’ın mührü hükmünde olan rububiyet ve uluhiyetini idrak etmeden, umumi olarak “ALLAH var ve birdir.” diyor. Bu tarz bir iman, sahih ve makbuldür; lakin imanın kemalat ve meziyetleri, bu ami ve taklidi imanda yoktur. Küfür ve dalalet karşısında mukavemet edecek gücü de yoktur. Bu sebeple böyle iman sahiplerinin,  gaflet ve dalalete düşme riskleri yüksektir. Her şey ve her sanat üstünde, ALLAH’ın isim ve sıfatlarını okuyup göremeyen insan, ALLAH’ı hatırında ve aklında tutamaz, bu da gafleti netice verir. Sadece ALLAH’ın varlığını ve birliğini bilmek, gafleti dağıtıp parçalamıyor.
“ALLAH’ı hakiki anlamda bilmek ve tanımak; varlığını bilmekten farklı ve başka bir şeydir.” Şayet; ALLAH’ın sadece varlığını bilmek, tanımak ve marifet için yeterli olsa idi, filozofların ALLAH tasavvuru da kafi ve yeterli olurdu. Halbuki Kur’an’ın ALLAH tasavvuru ile felsefenin ALLAH tasavvuru arasında çok fark var. Felsefe ALLAH’ı ilk sebep olarak kabul ederken, kainattaki tedbir ve terbiyesini inkar etmişler, görememişler. İşte avam insanın imanı da, felsefenin bu ALLAH tasavvuru gibi verimsiz ve kısır bir tasavvurdur. Hakiki ve kamil bir tanımak ve marifet değildir.
Tahkiki iman ve hakiki tevhitte ise;
her bir şey üstünde, ALLAH’ın isim ve sıfatlarının tecellisini görür ve okur, her şeyin tedbir ve terbiyesi O’nun kudret elinde olduğunu müşahede eder. Nazarını hangi şeye çevirse ALLAH’ı tanıtacak ve hatırlatacak marifet ile karşılaşır. Zerrelerden gezegenlere kadar, her şeyde ALLAH’ın rububiyet ve uluhiyetini gözlemler ve her şey üstünde İlahi imza ve mührü müşahede eder. Bu da her an, ALLAH’ı düşünmeyi ve onunla hemhal olmayı temin eder. ALLAH bir an olsun aklından çıkmaz. İbadet ve iman da buna uygun bir şekilde mükemmel ve kamil bir mana kazanır. İşte böyle bir imanda gaflet ve dalalet olmaz.
Mart ayının sonuna kadar(VELA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAHİL’ALİYYİL’AZİYM)cekilecek inşALLAH
hacet  namazını kılanlar
nıyeti  (katılan enaz 100 tane çekene ve encok çekene
iman,  saglık ,sıhhat,afıyet huzur iki cihanda saadet ve selamet, ALLAHIN rızası ,firdevs cenneti ve katılanların muradlarının olması ) olacak inşALLAH

“Benim malım, benim servetim, benim makamım”

Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir..

Cümlesini açıklar mısınız?

İnsanlar havf ve reca ortasında yaşarlar. Yani gerek bu dünyada uzun yaşamak hususunda olsun; gerekse de ahirette ebedi olarak cennette bulunmak noktasından olsun. Eğer gaflet, yani nefis ve şeytan bizlere galebe ederse
adeta istikbalimizi zehirlemiş ve bereketsiz kılmışız demektir.
Tabi bunun sonucunda da pişmanlıklar ve ahu fizarlarla diğer aleme gitmiş olacağız. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezsek bütün dünyanın padişahı da olsak, kaç para eder. Nefsin önemli zaaflarından birisi unutmaktır. İlk insan Hz. Adem (a.s.)’a “yasak ağaca yaklaşmaması” emredilmiş, fakat O, bu emri unutarak yaklaşmış ve ağacın meyvesinden yemiştir.
Hz. Adem’in bu tabiatı bütün evladında da aynen vardır. Yani insan unutkan bir varlıktır.
Faraza, dün ne yediğini unutur, arkadaşına verdiği sözü unutur, randevusunu unutur…
Fakat bütün bu unutma türleri içerisinde en dehşetlisi insanın ALLAH’ı unutması, O’na verdiği sözü unutması, ALLAH’ın emir ve yasaklarını unutmasıdır. Böyle bir unutkanlık tam bir gaflet halidir.
Böyle gafiller hakkında ALLAH şöyle buyurur: “O kimseler gibi olmayın ki, onlar ALLAH’ı unuttular, ALLAH da ceza olarak nefislerini onlara unutturdu.”
Artık onlar nefislerine dönüp bakmazlar, hep afakla meşgul olurlar. Mesela kendi ayıplarını hiç görmezler, ama başkalarının ayıpları gözlerinden hiç kaçmaz. Kendilerini kusurdan pak ve münezzeh zannederler. Bir gün gelip öleceklerini hiç hatıra getirmezler. Ebedi dünyada kalacakmış gibi uzun emellere, tatlı hülyalara dalarlar. “Çoklukla gururlanmak sizleri oyalayıp durdu. Sonunda kabirleri ziyaret ettiniz.” ayeti bir yönüyle böyle insanların halini dile getirmektedir. “Benim malım, benim servetim, benim makamım” derken birden hayat bitivermiş, bu gafil insanlar kendilerini kabir çukurunda buluvermiştir.
Demek ki ALLAH’ı unutmanın cezası nefsi unutmaktır. Nefsini unutan kişi ise ona yönelemez, terbiyesi ile meşgul olamaz.
Nefsi Terbiyede Duanın Rolü: İnsan, kendisine hücum eden bir canavar gördüğünde, sığınacak bir yer arar. Heva ve hevesiyle, günahlara sürekli meyliyle insana saldıran nefis canavarına karşı melce ve sığınak, CENAB-I HAKK’ın engin rahmeti, sonsuz kudretidir. “ALLAH’a firar edin” ayetinin hükmünce, insan nefsin taşkınlıklarından ALLAH’a kaçmalı, kendini Onun rahmet kucağına bırakmalıdır.
“Ya RABBİ, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa beni nefsime bırakma.”
“ALLAH’ım seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzel bir şekilde ibadet etmekte bana yardım et.”
“Ey kalpleri çeviren ALLAH’ım. Kalbimi dinin üzere sabit kıl.”
Halis bir kalple ALLAH’a yönelmekte seher vakitleri ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Gecenin karanlığında uykusundan kalkan, gözyaşlarıyla ruhunu temizleyen bir kimse, gaflet uykusundan da uyanır, nefsine çok daha kolay bir şekilde hükmedebilir.
Dua, ruhun ALLAH’a yükselmesi, kalbin ALLAH ile konuşmasıdır.
Dua, müminin silahıdır.
Duanın tesiri büyüktür. Dua, hayır kapılarının açılmasına, şer kapılarının kapanmasına en büyük bir vesiledir. Çocuk, eli yetişmediği şeyleri büyüklerinden istediği gibi, insan da sonsuz isteklerini büyükler büyüğü olan ALLAH’tan ister. Her hususta olduğu gibi, nefsi dizginlemek, onu hevaya değil hüdaya sevk etmek hususunda da insan, ALLAH’ın yardımına muhtaçtır. Çünkü, her şeyin dizgini ALLAH’ın elinde olduğu gibi, serkeş nefislerin dizgini de Onun elindedir.
“Ya RABBi, ey göklerin ve yerlerin RABBİ. Ey beni ve her şeyi yaratan. Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukları bütün keyfiyetleriyle teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar kıl”
“Ya RABBİ, Hz. Musa aleyhisselama denizi, Hz. İbrahim aleyhisselama ateşi, Hz. Davud aleyhisselama dağı ve demiri, Hz. Süleyman aleyhisselama cinni ve insi, ve Hz. MUHAMMED aleyhissalatü vesselama ay ve güneşi teshir ettiğin gibi nefislerimizi bize musahhar eyle.”
amin
(önceki maillere buralardan bakabilirsiniz)

izhar etmek için

“İşte o şekva ve şikâyetlerin hedefini değiştirmek için esbab vaz edilmiştir. Çünkü, kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor.” cümlesini açıklar mısınız?

Nasıl beyaz yazı en güzel siyah tahta üzerinde görünür. Sıcaklığın kıymeti, zıttı olan soğuk ile anlaşılır. Kusursuz bir Zatın da en güzel aynası kusur ile bezenmiş esbab ve eşyalardır. Onun için ALLAH  kendi mükemmel isim ve sıfatlarını izhar etmek için, eşyaya ve esbaba bazı kusurları kasti olarak koymuş.

Nasıl ki, güzel bir mağazada çirkin kayalar ve eski püskü eşyalar konulur, ta ki sanatın kıymet ve nispi hususiyetleri kemali ile parlasın. Aynen bunun gibi ALLAH insanı ve sebepleri kusur, acz, fakr, nekais ile donatmış ki, kendi mükemmel isim ve sıfatları kemali ile parlasın. Yani eşya ve esbabın kusurlu olmasının tek hikmeti haksız şekvaların hedefini çevirmek için değildir, o hikmet binler hikmetten sadece bir tanesidir. Burada, eşyadaki kusur nispi bir kavramdır. ALLAH  ile kıyaslandığı zaman, nihayetsiz kusur ile alude bir ayna oluyor. Yoksa sanat ve tasarım noktasından bir kusuru yoktur.
ALLAH ’ın isim ve sıfatlarına ayna olup okutmak noktasında eşya ve sebepler kusursuz bir ahsen-i takvimdir.
Yani esbap, ALLAH ’ın sanatı açısından bakarsan, mükemmel;
ama kendi namına, yani manayı ismi ile bakarsan, çok kusurlu ve kabiliyetsiz bir şeydir.
İnsanların ve hayvanların nefis ve hevasının peşine düşüp kainattaki nizam ve düzeni bozmaları bu kusura bir örnektir. Mesela, insanların hayvan türlerini katlederek türün yok olmasına ve ekolojik dengenin bozulmasına sebep olması bir kusurdur. Ya da dünyanın kalkanı olan ozan tabakasını bozulmasına sebep olmak bir kusurdur.
Beşerin karıştırıcı eli nizam-ı aleme müdahale etmese her şey kemalde kalır ve kusursuz bir şekilde işler.
Cansız varlıkların kusuru ve kabiliyetsizliği ise ALLAH ’ın sanatı ve memuru olmak yönünden değil de manay-ı ismi noktasından bakılır ise anlaşılır. Mesela, su kendi başına hareket etse yıkmak ve dağıtmak kabiliyetindedir, bu yüzden bazen insanlara ciddi zarar verir. Tabiatçıların iddia ettiği gibi su, tabiatı gereği kemalde değil ki teşekkül ve icada kabiliyeti olsun. Şayet icat ve teşekkülü su, toprak, gibi kusurlu ve tabiatları gereği yıkmaya müsait olan unsurlara verirsen, bu yapmak değil yıkmak olur.
Ama bu kusurlu unsurlar, ALLAH ’ın kudret elinde kusursuz işler ve kusursuz icraatlara vasıta olur. İşte ALLAH  bu unsurların kusurlu tabiatını rahmet ve izzetinin muhafazasında istihdam ediyor. ALLAH ’ın Rahmet ve izzetine münafi olan olaylarda bu unsurlar paratoner gibi şikayet ve isyanlarını üstüne çekerler, elim ve çirkin gibi duran şeylere mecazi olarak merci olurlar.

İnsan ALLAH ’a kusur veremez, ama sobadan çıkan karbon monoksite verebilir ve öfkesini de ona yöneltir. Zehirli gaz insan hayatını yıktığı ve öldürdüğü için yaşatma kabiliyetinin olmadığını izhar ve ilan etmiş oldu. Zahiren çirkin, batınen güzel olan fiil ve icraatların güzelliğini ALLAH ’a, çirkinliğini sebeplere vermekte bir sakınca yoktur. İşte bu zahiri çirkinlikleri sebeplerden bilmek bir cihetle “Çünkü, kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor.”cümlesinin açılımı ve izahı niteliğindedir.

Özet olarak, insanların kainatta çirkin addettiği şeyleri sebeplerden bilmek bir cihetle sebeplerin kusuru ve kabiliyetsizliği oluyor. Yoksa İlahi program noktasından zaten çirkinlik diye bir şey yoktur.
Kainatta her şey ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibari ile güzeldir.
Çirkinlik, insan zihninin darlığından çıkan bir heyuladır.
lumiere571.blogspot.com
latahzeninnallahemeana.wordpress.com
(önceki maillere buralardan bakabilirsiniz)

merkez

CENAB-I HAKK o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini derc etmiştir; cümlesini izah eder misiniz?
ALLAH, nasıl bir incir çekirdeğinin içine, incir ağacının bütün aza ve yapraklarını planlayıp ve programlayıp koymuş ise;
aynı şekilde bütün kainatın ve alemlerin sırlarını ve ölçücüklerini planlı ve programlı bir şekilde, çekirdek hükmünde olan insanın mahiyetine koymuştur. Bu sebeple kainatı küçültsek insan olur, insanı büyültsek kainat olur. Mesela; misal aleminin küçük bir numunesi ve örneği olarak hayal duygusunu, ALLAH, insana vermiştir. Levh-i Mahfuz ve kader levhalarının örneği ve küçük bir benzeri olarak, ALLAH, hafıza cihazını insanın beynine takmış. Ruhlar ve kanunlar aleminin merkezi olan emir aleminin bir numunesi olarak insanda ruh vardır. Görüntü aleminin seyredilmesini temin etmek için insana göz verilmiş vs… Bu noktadan bakılırsa insan âdeta bütün âlemlerin temsilcilerini ve numunelerini üzerinde barındıran bir merkez nokta gibidir.

kalpteki nur

ALLAH’a iman neden diğer iman esaslarından daha önemlidir? ALLAH´a iman nasıl insanın hayatını anlamlandırır?

ALLAH’a iman esası, bir binanın temeli ya da bir ağacın kökü gibidir. Nasıl temel ve kök olmadan bina ve ağaç olamaz ise, ALLAH’a iman esası olmadan da diğer iman esasları olamaz. Zira imanın bütün dal ve budakları ALLAH’a iman esası üstünde şekillenip büyüyor.

Mesela, ALLAH’a iman etmeyen birisinin, ALLAH’ın ilminin bir unvanı olan kadere iman etmesi düşünülemez. Yine ahireti var edecek olan ALLAH’a iman etmeden, direkt olarak ahirete iman etmek mümkün değildir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. İmanın bütün şubeleri ALLAH’a iman esası üstüne kurulmuştur.
İman ve hidayet, insanın iradesi ile kabul ettikten sonra, ALLAH tarafından kalbe indirilen bir nur bir ışıktır.
İnsan bu ışık ve nur sayesinde bütün alemler üzerinde tecelli eden ALLAH’ın isim ve sıfatlarının nakışlarını okur. Bu ışık sayesinde kainatın sırlarını keşfeder. Tıpkı karanlık bir mahzende ışıkların yanması ile eşyanın görülmesi ve karanlığın gitmesi gibi, insan küfür ve dalalet karanlığında iken, iradesinin sarfından sonra gelen bu iman ve hidayet nuru ile bütün alemi ve kainatı aydınlanıyor. İşte o alemleri aydınlatan ve kainatı ışıklandıran ve her şeyin sırrını çözdüren şey iman ve hidayettir ki, bunları kalbe akıtan hakiki fail ALLAH’tır
İmanın nur ve ışık olması ise, her şeyin ve her hadisenin arkasında ALLAH’ın isim ve sıfatlarını görüp, her olayın gerçek ve ilahi cephesini okuyabilmek anlamındadır.

“Artık canları çalmayın. Zira ben ALLAH’a inanıyorum.” (Victor Hugo)

ALLAH’ın her şeyi gördüğünü, her şeyi işittiğini, her işe güç yetirdiğine ve yetirebileceğini, her şeyin onun idaresinde olduğunu delilleriyle ispatlar mısınız?

“Kainata ve kendime bakarak ALLAHı bulup tanımak istiyorum.” (Isac Newton)

Kainattaki muazzam görsel mucizeler ve estetik süslemeler sonsuz basar sahibi bir Zatın varlığını kati bir şekilde ispat eder. Bir çiçeğin görsel harikalarını görmeyen bir Zatın icat etmesi elbette kabil değildir. O Zat görüyor ve sonra görsel incelikleri ve harikaları icat ediyor.

“İnsan kainata bir göz atacak olursa, çeşitli olaylar karşısında hayrette kalarak ALLAHa inanır.” (Pasteur-1822-1895)

Yine aynı şekilde kainattaki muazzam sesler ve nağmeler güzel ve şirin sedalar her şeyi işiten ve gören bir Zatın varlığına işaret ediyor. Suya o güzel şırıltıyı veren Zatın işitici olmaması ve o şirin sesleri işitmemesi mümkün değildir. Kainattaki bütün sesler ve sedalar ALLAH’ın SEMİ ismine birer levha gibidir; bu levhayı takip eden, en sonunda o SEMİ ismine yanaşır.

“Artık canları çalmayın. Zira ben ALLAH’a inanıyorum.” (Victor Hugo)

Kainattaki hadsiz ve sayısız imkan ve ihtimaller içinden en güzeli ve en mükemmeli seçmek hakikati, sonsuz bir irade sahibini ispat ediyor.  İmkan, kelime olarak varlığı mümkün olan şeylere denir. Yani, var olması ile yok olması eşit olan demektir. Bu eşitlikten var olanlara, vaki; yok  olanlara da mümkün denir. İşte bu eşitliği bozmak ancak ve ancak  mümkinat cinsinden olmayan vacip bir vücutla mümkündür. Zira mümkünün, mümküne illet, yani sebep olması imkansızdır. Yoksa devir  ve teselsül dediğimiz, mantıksız şeyleri kabul etmemiz gerekir ki, bu da muhaldir.

“Tabiatın ilah olduğunu kabul etmek saat ile saatçiyi birbirine karıştırmaktır.” (Lamarck)
Şimdi varlık sahasına çıkmamış bir mümkün, nasıl olur da başka bir mümkünün varlık sahasına çıkmasına sebep olabilir. Önce kendisi varlığa kavuşsun, sonra başka mümküne illet ve sebep olsun. Buradan açıkça anlaşılır ki: Mümkün, mümküne sebep olup yaratıcılık yapamaz. Demek başlangıcı olmayan bir sebep olması gerekir ki bu mümkünlere illet olsun;
bu da ezeli ve ebedi olan ALLAH’tır.

Mesela, bir atom sayısız cisimlere veya vücutlara girme kabiliyetinde iken en uygun ve mükemmele girmesi ve girdikten sonra her aşamada başka imkanlar ile karşılaşması ve oralarda da bir tercih edici ve tahsis edicinin varlığına muhtaç olması, gayet mükemmel derecede tevhide işaret eder. Atomun her adımı tevhide bir levha hükmündedir. Şuursuz atomun o binlerce imkan ve tercihler içinde en mükemmelini ve kendine en uygun olanı bilmesi ve tercih etmesi imkansız olduğu için, o adımların ve hareketlerin her safhasında ve aşamasında ALLAH’ın tercih ve tahsisini görmek katiyetle zaruridir. Üstad Hazretleri böyle bir tarz ve yol ile her şeyin üstünde imkan ciheti ile tevhide delil getiriyor.

“Düşünüyorum; o halde varım. Benim varlığım ALLAHın varlığına delildir. Bundan dolayı ALLAHhın varlığına, bir hakikatı ifade eden geometrik bir isbattan daha hakikidir.(Descartes 1598-1650)

Bir bina düşünelim. Bu binanın ilk merhalesi plan ve proje kısmıdır. Binanın bütün ayrıntıları ve keyfiyeti öncelik olarak bu plan ve programda tayin ve tespit  edilir. Bu kısımda işleyen sıfat  ilim ve akıldır ve bundan hasıl olan  tasarımdır. Binanın kalıbı ve gövdesinden çok, onun ilmi temeli esastır. İşte binanın bu kısım ve merhalesine İmam-ı Mübin diyoruz.

Kainat aynı bu bina gibi önce ALLAH’ın ilmi ezelisinde plan ve proje olarak  tasarlandı, sonra vücuda çıkacak olan bu kainat, bu plan ve program üzere hareket eder ve onun çizdiği hattın dışına çıkamaz. Bir ağacın çekirdeği ve kökleri İmam-ı Mübini andırır. Bunlara somut kader nazarı ile bakabiliriz.

“Kainata ve kendime bakarak ALLAHı bulup tanımak istiyorum.” (Isac Newton)

Kitab-ı Mübin ise, o bina ve kainatın plan ve program kısmının, yani İmam-ı Mübin kısmının hayata geçirilmesi, harici bir vücut verilmesinin adıdır. Burada ALLAH’ın kudret sıfatı hükmeder iş görür, mazi ve müstakbelden ziyade şimdiki hale bakar, alemi gaybdan çok alemi şehadeti temsil eder. Binanın İmam-ı Mübin kısmını mühendis tayin eder, yani plan olarak çizer. Binanın hayata geçirilmesi işini  ise işçi ve ustalar yapar. Burada mühendis ALLAH’ın ilim sıfatını, usta ise kudret sıfatını bizlere bildirir.

“Ancak ALLAHa inandığım zaman yaşadığımı anladım.” (Tolstoy)

Özet olarak, İmam-ı Mübin kaderin bir ismi ve unvanıdır, eşyanın yol haritasını çizer. Kitab-ı Mübin ise kaderde tayin ve tespit edilmiş mukadderatların  eşyada infaz edilmesi ve  hayata geçirilme işlemidir.

Ben derin bir imana sahip olmayan ilim adam düşünemiyorum… Aslında dinsiz ilim topal ilimsiz din kördür.” (Albert Einstein)
Kainattaki sonsuz hikmet ve faydalar nasıl ALLAH’ın sonsuz ilmine işaret ediyor ise, aynı şekilde bu hikmet ve faydaların vücutları ve fiilleri de ALLAH’ın sonsuz kudretine işaret ediyor.
Zira o hikmet ve fiilleri icat edip varlık sahasına çıkaran ALLAH’ın kudret sıfatıdır.

“Bazı düşünceler dua gibidir öyle anlar vardır ki vücudun tutumu ne olursa olsun ruh secdeye kapanmıştır. (Victor Hugo)

ya RAHİİİİİMMMM

ALLAH insanları ayırmadan hepsini sever mi?

Mesela; bir annenin aradaki farka rağmen, tüm çocuklarını sevmesi gibi…

ALLAH, insanı, sanat ve eser olarak sevebilir.
Zira insan, ALLAH’ın sanatları içinde en mükemmel ve ahsen-i takvim övgüsüne mazhar bir varlıktır.
Bu hususta ayrım olmaz. Yani nazar-ı İlahide bütün eşya, sanat noktasından müsavidir diyebiliriz.
Lakin insanın yanlış tercihlerini, sapkınlıklarını, isyanlarını asla ve kat’a sevmez ve ondan razı olmaz;
bilakis şiddetli bir şekilde tehdit edip ona gazap eder.
Ebucehil insan olma ve sanat noktasından kıymet ifade edebilir;
ama isyan ve küfür noktasında değersizlerin en değersizidir.
Bu yüzden sanat nazarı ile gazap nazarını iltibas etmemek gerekir.

Bu hususa bir de RAHMAN ve RAHİM isimlerinin tecelli farkı ile bakalım. Şöyle ki: Eski tabir ile “RAHMAN; ism-i has tecell-i Umumidir, RAHİM ise ism-i Umumitecell-i hasdır.” Yani; RAHMAN, isim olarak ALLAH’ın özel bir ismidir, bu yüzden başkalarına müstakilen verilmesi caiz değildir; ama tecelli noktasından bütün mahlukatı içine alır.

RAHMAN, mümin-kafir, zalim-mazlum, müttaki-fasık, canlı-cansız ayırımı yapmaksızın, bütün mahlukata şefkati ile tecelli eder. Ahiret hayatından çok dünya hayatına bakar. Yani; RAHMAN ismi dünya hayatında galiben tecelli eder. RAHMAN isminin büyük nimetlere bakması, ayırım yapmaksızın her şey üstünde tecelli etmesinden dolayıdır.

RAHİM ismi ise; umumi bir isimdir, isim olarak herkese verilebilir; ama tecelli noktasından hususidir, dünya hayatından çok ahiret hayatına bakar. Bu yüzden kafirler, zalim ve dinsizler, dehşetli mahşer meydanında RAHİM ismine mazhar olamayacakları için, azap devamlı ve şiddetli olacaktır.

bir,iki,üç,dört şart

İnsan için hayatın her çeşit lezzetini ve keyiflerini tadarak yaşayabilmenin ölçüsü nedir?

Dünya hayatında lezzet ve keyfi takip etmenin şartları vardır:

Birinci Şart: Lezzet ve keyif helal dairesinde olmalıdır.
Haram yollardan lezzet ve keyif takip etmek insanı cehenneme yuvarlar. Üstad’ın ifadesi ile “Helal dairesi keyfinize kafidir, harama girmeye lüzum yoktur.” Meşru dairede insan serbesttir. İkinci Şart: Lezzet ve keyfin manevi ücreti olan şükrün eda edilmesi. Yani insan şükür için helal her lezzeti takip edebilir. Zaten ALLAH insanının mahiyetine bin bir cihaz ve latifeleri külli bir şükür yapabilmesi için takmıştır. Öyle ise ALLAH’a külli şükür yapabilmenin yolu helal her lezzet ve keyfin tadılabilmesi ile mümkündür. Ancak o zaman insan, ALLAH’ı bütün  his ve cihazları ile tanıyıp ona göre şükür yapmış oluyor. Üçüncü Şart: Helal dairesinde de olsa, israf ve aşırılığa kaçmamaktır. Zira bu alem doyumluk değil, tadımlıktır. Tatmaya izin var ama hayvan gibi yutmaya izin yoktur. İsrafa kaçmamak kaydı ile lezzet ve keyif takip edilebilir. Dördüncü şart: Sevad-ı azam denilen insanların genel durumunu da göz önünde bulundurmak.
Yani  bulunduğu toplumun  çoğunluğu aç ve sefil iken, lezzet ve keyif takip etmek hem insanlığa hem de Müslümanlığa yakışmaz. Ama toplumun genel durumu iyi ise, ona göre lezzet ve keyif takip edilebilir.
Özet olarak, yukarıdaki şartlar dahilinde insan, dünya hayatının her çeşit lezzet ve keyfini tadıp takip edebilir.

işte bu yüzden…

“Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesâttan men etmektir.”

Tıpkı bir çocuğu terbiye etmek gibi.
Çocuk bilmediği veya ileriyi görmediği için yanlış tercihler yapabilir. Biz o tercihlerine engel oluruz. Bu engel olmak nefretten değil şefkatten geliyor. Söz gelimi zararlı olduğunu bilmediği için yılana elini uzatan çocuğumuza engel oluruz.
Serbest bırakmak mı şefkat olur, yoksa engel olmak mı? Elbette ki engel olmak.
Nefsimiz de ahiretimize (ki nefsimiz bizden farklı değil) zarar verecek günahlara girmek istese, şefkat ve acımanın gereği onu men etmektir. Yoksa onu serbest bırakmak acımak değil, merhametsizliktir.